Açıkçası şöhret aradığımı düşünmüyorum. Özellikle kur yaptığım ya da istediğim bir şey değildi.
(I honestly don't think I sought fame. It wasn't something I courted or wanted, particularly.)
Kevin Whately'nin şöhrete bakış açısı göz önüne alındığında, mercek altındaki birçok kişiyle ilgili ortak bir gerçeğin altını çiziyor: Tanınma arzusu her zaman hırsla değil, çoğu zaman koşullar veya fırsatlarla beslenir. Şöhretin bir hedeften çok bir yan ürün olduğu fikri, bazılarının tutkularını, kariyerlerini veya zanaatlarını şöhret olmak gibi temel bir amaç olmadan sürdürdüğü halde yine de kendilerini halkın gözü önünde bulduklarını vurguluyor. Bu, özgün yeteneğin ve adanmışlığın bazen aranmasa bile istemeden de olsa şöhreti kendine çektiği fikriyle örtüşüyor. Bu tür bireyler zanaatlarına, mahremiyetlerine ve günlük yaşamın normalliğine değer verebilir, bu da ünlü kültürünün sıklıkla değişken dünyasıyla keskin bir tezat oluşturabilir. Bu bağlamda Whately'nin açıklaması alçakgönüllülüğü ve ayakları yere basan bir yaklaşımı vurguluyor; bize şöhretin kişisel bir hırs ya da başarı ölçüsü değil, bazen tahmin edilemeyen bir sonuç olduğunu hatırlatıyor. Dahası, toplumsal değerler üzerine bir düşünceyi çağrıştırıyor: Çoğu zaman, toplumsal hayranlık, bu tanınmayı sağlayan çabalar, beceriler veya katkılardan ziyade, orantısız bir şekilde şöhretin kendisine odaklanıyor gibi görünüyor. Bu alıntı bakış açısında bir değişimi teşvik ederek bizi sadece şöhret uğruna şöhret aramak yerine bütünlüğün, gerçek tutkunun ve alçakgönüllülüğün önemini düşünmeye teşvik ediyor. Pek çok başarılı bireyin aktif olarak şöhret peşinde koşmadığının kabul edilmesi ilham verici olabilir ve gerçek tatminin çoğu zaman dış onay peşinde koşmaktan ziyade sevdiğimiz şeyin peşinde koşmaktan kaynaklandığını hatırlatabilir.